Güney Avrupa’nın esmer kavruk küçük erkek kardeşi Portekiz genellikle dünyaya kazandırdığı en itici kahramanı Christiano Ronaldo ile anılsa da benim için anlamı çok daha farklı. Bir yıl arayla iki seyahat yaptığım Lizbon bugüne kadar en çok sevdiğim şehir oldu çok açık arayla.
Şehrin ruhunu, muhteşem mutfağını, güzelim sokaklarını, seyir teraslarını ve sarı tramvayını bir başka yazıya bırakarak Mahmut’un sanat ruhuna yaraşır bir şekilde şehrin en muazzam müzesinden bahsedeceğim sizlere.
Lizbon’un en kapsamlı ve büyük müzesi olan Gulbenkian Müzesi (Museu Calouste Gulbenkian) 4000 yıllık bir tarihe yayılan yaklaşık 6000 parçalık bir koleksiyona sahip. Müzenin kurucusu Calouste Sarkis Gülbenkiyan ise Üsküdar’lı Ermeni bir iş adamı. Ticaret yaşamıyla ilgili oldukça enteresan hikayeler olan Gülbenkiyan (çıkarılan tüm Irak petrollerinden %5 komisyon alarak servetini yaptığı kaynaklarda belirtiliyor) aynı zamanda oldukça zevkli ve hırslı bir sanat simsarı imiş. Bir dönem Devlet-i Aliyye’de resmi görev de ifa etmiş olan Gülbenkiyan’ın Osmanlı ile tüm münasebetleri ve hayatının diğer ayrıntıları için buyrunuz Wikipedia sayfası.
Calouste Sarkis Gulbenkian – Fotoğraf Le Monde’dan alınmıştır.
Kronolojik düzenlenen sabit koleksiyon Antik Yunan eserlerinden başlayıp İslami çeşit çeşit eserlere, Selçuklu dönemine ait hayatımda görmediğim güzellikte ipek halılara, Bursa çinilerine, Uzakdoğu eserlerine oradan Bizans’a, 16. yüzyıl Ermeni el yazmalarına, oradan 17. yüzyıl Fransız mobilyalarına, Rembrandt’ın, Monet’nin, Rodin’in tablolarına oradan art deco mücevherlere kadar insanı hayretlere gark eden bir genişliğe sahip.
Art deco mücevherleri sadece cümle içinde bahsederek geçiştirmek ise mümkün değil. Fransız sanatçı René Lalique’in bir odayı dolduran tasarımları camekanları kırıp o kolyelerin ve broşların hepsini takıp mekandan kaçma isteğiyle doldurdu içimi.
İki kez gitmiş olmama rağmen tamamını hatmedemediğim için dönemsel sergilere bakmaya fırsatım olmadı bile.
Koleksiyonun şahaneliği yetmezmişçesine müzenin bahçesi de ayrı bir cennet. İçinde minicik bir göleti ve küçük dereleri, gölette ördekleri, ağaçlarla dolu bahçenin (belki de koru demek gerekir) içinde devasa camlarıyla muazzam bir kütüphanesi bulunuyor. Gölet manzaralı taş banklara kurulup bütün bir günü oracıkta mutluluk içinde geçirebilirsiniz veya günlük sıcak yemek de servis eden kafeteryada oturup tinton müze çalışanlarını gözlemleyebilirsiniz.
Anlattıkça kalbim ağrıdı, ben müsaadenizle Skyscanner’a doğru yol alıyorum. Sizi de fotoğraflarla başbaşa bırakıyorum.
Not: Fotoğrafların tümü müzeyi gezdiğim sırada tarafımca çekildiği için anın huşusu ile sağlıklı objektiften düzgün ışıktan pek payını alamamış olabilir, affedin.
Müze değil cennet, Portekiz’e hiç gitmedim, umarım gider burayı görürüm. Bu arada Rene Lalique gerçekten dediğin gibiymiş. Bayıldım.
BeğenBeğen
Berna bence Portekiz tam senlik, ben gittiğimde nedense İspanyollara benzeyeceklerini düşünmüştüm ama Fransız etkisi çok daha fazla..
BeğenBeğen
Ah Lizbon, ah Fernando Pessoa… Umarım yakın gelecekte hayali gezintilerim gerçeğe döner. Bu müzeye bayldım ❤️
BeğenBeğen
Daha Alfama’yı falan hiç yazmadım, ay dönüp dönüp özlemle doluyorum, siz de gidin, Lizbon’la dolduralım Mahmut’u :)
BeğenLiked by 1 kişi
Ah Lalique ah. Sen alip kacmak istemissin, bense kendimi iceri kitlemek istemistim. Ay iyi ki yazdin ya. Biraz daha kaybolayim ben fotograflarda ^___^
BeğenBeğen
Materyalist ben ile sanatın ve sanatçının dostu sen :))
BeğenBeğen
ya birkaç senedir lizbon’a gitmeyi çok çok çok istiyorum, bir türlü denk gelemiyoruz. bence ben bu yazısının üzerine, bu sene bitmeden bir lizbon patlatırım ^___^
BeğenBeğen